11 Eylül saldırısı dünyada şok etkisi yaratmıştır. Bu saldırıların uluslararası sistemde yeni bir mücadele başlattığı tartışmasız gerçektir. Yeni sistem arayışı, bir bakıma 20. yüzyılın sistemininin sona erdirilmesidir.11 Eylül göçmenlerin işini zorlaştırdıTarih 11 Eylül 2001. New York JFK Uluslararası havaalanından kalkan ve yakıt tankları uzun mesafe alacakları için dolu olan iki Boing 747 tipi uçak dünyanın süper gücü ABD’nin sembolü Dünya Ticaret Merkezi’nin 405 metre yüksekliğinde ki ikiz kulelerine çarptı. Aynı anda ABD’nin beyni Pentagon’a American Airlines şirketinin bir uçağı daldı. Yeni Dünya’nın başkenti New York’un silueti bir anda değişirken, yaşanan felakette kaçmaya fırsat bulamayan 3 bin aşkın insan yaşamını yitirdi. Yıkılan kuleler yeni bin yılda yaşanacak değişimlerin ve heyalanların kopan ilk taş parçaları oldu.
11 Eylül 2001 saldırıları her ülkenin kendi ‘iç teröristlerine’ yönelmesine neden oldu. ‘Terörizmle mücadele’ bahane edilerek, muhalif örgütlerin tümüne ‘terörist’ muamelesi yapılmaya başlandı. Bu durumu fırsat bilen bütün devletler, kendi çıkarını ön planda tutarak, Amerika’nın yanında ‘Terörizmle Mücadele Cephesi’nde yer aldı. Kuşkusuz bu devletleri birarada tutan sadece ortak ekonomik çıkarlar değildi. ‘İç muhalefetlerini temizleme’ gayesini de taşıyordu ve halen taşıyor. Bazı devletler de ABD’nin yanında yer alarak, pastadan bir lokma koparmak, bölgesel ve global olarak söz sahibi olmak istedi. Bu devletlerin başında Almanya, Fransa ve Türkiye gibi ülkeler yer alıyor. Rusya ile Amerika tarafından anlaşmazlıklara yol açan silahsızlanma anlaşması, “Terörizmle Mücadele” sayesinde imzalandı. Böylece iki ülke ‘İslam teröristlerine karşı’ sıkı bir ortak çalışmaya girdi.
Rusya’nın NATO ile ilişkilerinde iyileşmeler, Amerika’nın sayesinde ilerledi. Daha önce Çeçenlere karşı Rusya’yı sert bir şekilde eleştiren ABD ve diğer Batılı ülkeler, sessizliklerini korudu. Çeçenlere yıllardan beri askeri ve maddi yardımlarda bulunan bu adı geçen ülkeler, birden bire Çeçenlerden ‘terörist güçler’ olarak bahsetmeye başladı. Avrupa Birliği (AB) içinde yer alan İngilitere, yine Amerika’nın batı yakasındaki en güvenilir müttefiki olduğunu ispatlayarak ‘terörizmle mücadele’de ve Afganistan savaşında, Washington yönetimiyle ta baştan beri savaş planlarını hazırladı. Dünyanın her tarafında ‘İslami teröristlere’ karşı mücadele veren devletler, askeri ve maddi olarak Amerika’dan destek görüyor. ABD, bu ülkelere askeri güçlerini yerleştirdi.
Afrika kıtasına olası bir ABD saldırısı için Basra Körfezi’ne, Cibuti ve Somali’ye Alman savaş gemileri ve özel operasyonlar düzenlemek için komando birlikleri gönderildi. Filipinler’de bir İslam devleti kurmak için mücadele eden Abu Sayyaf örgütüne karşı askeri operasyonlar başlatıldı. Bu Filipin rejimi için bulunmaz bir fırsattı. Latin Amerika kıtasında ABD’nin başını epeyce ağrıtacak FARC gerillalarına yönelik, Bush yönetimi Kolombiya’da askeri operasyonlar başlattı. ABD’den destek alan Hindistan ve Özbekistan ‘İslam teröristlerine karşı’ savaşı yoğunlaştırdı. ABD’nin Çin ile olan ilişkileri biraz ılımlı bir yörüngeye girdi. Fakat Çin, ABD’nin Orta Asya’ya yerleşme istemlerine yönelik endişelerini gizleyemedi. Rusya’da aynı tutumu takındı. Zaten bu durum sonradan Rusya-Çin ve Kuzey Kore ilişkilerinde sıcaklaşmaya yol açtı. Sıcak bölgede yer alan Pakistan’ın Talibanlarla iyi ilişkileri bulunuyordu. Belki de uzun vadede bu ülke zararlara katlanmak zorunda kalacak. Talibanların ve sonradan Saddam’ın çöküşü, İran’ın konumunu bölgede daha da güçlendirdi. ABD’nin Afganistan saldırılarının sonuna kadar Talibanlar, Pakistan’ı dünyaya açılan pencere olarak kullanıyorlardı.
El Kaide ve Talibanlara maddi yardım yapmakla suçlanan Suudi Arabistan yönetimiyle, Washington arasında kapalı bir gerginlik yaşandı. ABD’nin Afganistan’dan sonra Irak’a yönelmesine belki de Suudi Arabistan ile ABD arasındaki gerginlik büyük rol oynadı. Suudi petrolleri üzerinde hakimiyeti kaybetme korkusuna kapılan Amerikan yönetimi, Irak petrolleri üzerinde kesin olarak söz sahibi olmak istiyordu. Bush yönetimin bu startejisi, çıkar kesişmesinden dolayı bölgede bir Kürt devletinin oluşmasının güvencesini beraberinde getiriyordu. Bu durumdan ise Türkiye, İran, Suriye ve diğer Arap devletleri rahatsızlıklarını gizleyemedi. Oluşumun önüne geçmekten vazgeçmeyen Ankara rejimi, halen Güney Kürdistan sınırına askeri yığınak yapmaya devam ediyor. ABD’nin yeni dış politikası ABD yeni dış politikasının 11 Eylül 2001 saldırılarına endekslendiğini söylersek, belki de çok önemli bir noktaya parmak basmış oluruz. Zaten Bush’un açıklamalarına bakılırsa, ABD bir savaş durumunu yaşıyor.
1. Dünya Savaşı’ndan sonra dünya hegomanyasını İngiltere’den devralan ABD, İngiltere tarafından yüzyıllardan beri süregelen sömürgeci ve hegomanyacı siyaseti devam ettirdi. ABD ‘ulusal çıkarları’ için dünyayı ‘önbahçesi’ olarak gördü. Dünya nimmetleri üzerinde söz sahibi olmak için her çareye başvurdu. Soğuk savaş döneminde silahlandığı gibi, bütün dünyaya da silah sattı. Sivil üretimden uzak olan ABD ekonomisi askeri sanayiye dayanıyor. Silah sanayisi silah üretir ve bu silahların satılması gerekir. 11 Eylül olaylarından sonra Washington yönetiminde yer alan herkes şu veya bu şekilde silah sanayisi ve petrol şirketleriyle ilişkide bulunuyor. Hatta bu şirketlerin yönetim kademelerinde yer alıyor. Çoğu da şirket sahibidir. Kuşkusuz bunların başında Bush ve yardımcısı Dick Cheney gelmektedir. Adeta 1 yıldan beri ABD dış politikasında aşırı muhafazakar bir ‘Bush Doktrini’ ile karşı karşıyayız. Bush, 20 Eylül 2001 tarihinde Temsilciler Meclisi önünde yaptığı konuşmada, bu siyasetin detaylarını ortaya koydu. Bu siyasetin özü de “benden değilsen, düşmansın” ilkesinden oluşuyor. Fakat her ne kadar Washington dünya siyasetini belirlemeye çalışıyorsa da, gerçeklerin başka olduğu Bush tarafından hemen fark edildi. Bush, 20 Eylül konuşmasının yanlış anlaşıldığını ifade etti. Ve beklenmedik bir şekilde daha ‘ılımlı’ davranmaya başladı. Bin Ladin ABD ürünüydü 1980’li yıllardan itibaren Afganistan’daki Sovyet etkisini kırmak için Amerika ve Pakistan tarafından silahlandırılan Taliban ile El Kaide militanları, 1998 yılına kadar ABD’nin emrinde çalışıyorlardı. ABD tarafından 1980’den beri desteklenen Usame Bin Ladin ile Molla Ömar’ın asıl görevleri, Orta Asya’ya ABD’nin ayak basmasını sağlamak ve çıkarlarını korumaktı. Molla Ömar liderliğindeki Taliban terör rejimi ve ABD arasında, Orta Asya petrollerinin taşınması için Afganistan ve Pakistan üzerinden Hint okyanusuna kadar uzanan bir petrol boru hattı anlaşması bile imzalanmıştı. Fakat Kenya ve Sudan’da bulunan Amerikan büyükelçilik binalarına ve askeri üslerine El Kaide tarafından terörist eylemler yapılınca, kartlar yeniden karıştırılmaya başlandı. Hatta Bill Clinton başkanlığı döneminde Usama Bin Ladin’in öldürülmesi için Afganistan’da bulunan El Kaide eğitim kamplarına denizden nükleer başlıklı uzun menzilli füzeler bile attı.
‘Şer cephesi’ ABD’nin Afaganistan çıkartmasından sonra dünyada adeta savaş ve terör havası estirildi. Gelecekteki olası askeri operasyonların hedefi olarak seçilen İran, Irak ve Kuzey Kore, Washington yönetimi tarafından terörizmi destekleyen ülkeler listesine dahil edildi. Ve ‘şer cephesi’ ilan edildi. ABD ve mütteffikleri, bu ülkelere kitlesel imha silahlarının üretilmesinden vaçgeçmeleri uyarısında bulundu. Bu ülkeleri gelecek savaş için muhtemel hedef olarak seçen Washington yönetiminin dikkatleri Irak üzerinde yoğunlaştı. ABD Devlet Başkanı Georg W. Bush; Kürtler, Araplar ve Şiilerden oluşan Iraklı muhalif güçleri birkaç kez Washington’a çağırdı. Onlardan Saddam’ın kesin olarak yıkılması için birlikte hareket etmelerini ve karadan askeri güçleriyle Amerika’nın olası bir askeri müdahalesini desteklemelerini talep etti. Özgürlükler yerlerini güvenliğe bıraktı Devletlerin başında bulunan ‘sol’ veya ‘sağ’ hükümetler, ‘terörizmle mücadele’yi gerekçe yaparak, siyasi muhaliflerini sindirmeye çalıştıkları için, iç politikalarda gerginlik yaşandı. İç güvenlik bahane edilerek ‘terörizmle mücadele yasaları’ çıkarıldı. Bu ülkelerin başını ABD, İngiltere ve Almanya çekti. Göçmen hakları kısıtlanıp, Batı ülkelerinde yaşayan Müslüman uyruklu vatandaşlara ‘terörist’ muamelesi yapıldı. Birçok göçmen sırf Müslüman uyruklu olduğu için istihbarat örgütlerinin sorgusundan geçirildi ve fişlendi. En büyük fişleme de, ABD ve Almanya’da yapıldı. Bu, ABD’de keyfi şekilde gerçekleştirilirken, Almanya’da ise ‘1. ve 2. Güvenlik Yasaları’ çıkarılıp, sorgulama ve takibe meşru zemin hazırlandı. Yine ‘terörist örgütler’ listesi çıkarıldı ve ulusal kurtuluş hareketlerini yürüten örgüt ve partilerin çoğu bu listere alındı. Terörist ilan edildi.
ABD’den sonra Avrupa Birliği (AB)’nin çıkardığı ‘terörist örgütler’ listesine, Kolombiya’da hükümete karşı mücadele eden Kolombiya Birleşik Devrimci Kuvvetleri (FARC) örgütünden tutun Kürdistan İşçi Partisi (PKK)’ye kadar birçok örgüt ve parti listeye dahil edildi. Avrupa çapında bu örgütlerin faliyetlerinin önüne geçilmek istendi. Avrupa’da yaşayan Kürtler, “Adalet İstiyoruz” kampanyası başlatarak, bu devletlerin bir ölçüde pes etmelerini sağladı. Hatta Almanya yaptığı açıklamada, “yasağın kalkması için Kürtler Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurabilirler” sinyalini verdi. Bin Ladin yaşıyor mu? Afganistan’a ‘Anti-terör Cephesi’ ile saldıran Bush yönetiminin asıl gayesi, El Kaide lideri olan Usama Bin Ladin’in ‘diri veya canlı’ olarak yakalanmasıydı. Savaşın arifesinde ABD Başkanı Bush, Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşmada “terörün başları olan radikal islamcı Bin Ladin ile Molla Ömar saklandığı deliklerinde kül olacaklardır” demişti.
Afganlıların üzerine binlerce ton bomba yağdırılıp, ülke harabeye çevrilmesine rağmen Bin Ladin ve Molla Ömar, kuş gibi Tora Bora dağlarına doğru uçup gitti. El Kaide örgütünün bir kumanda merkezine sahip olmasına rağmen merkezi olmayan yapısı göz önünde bulundurulursa, Bin Ladin’siz bile işlevini kaybetmeyeceği hemen anlaşılır. Fakat bu gruplar için Bin Ladin ‘efsaneleşmiş’ durumda. Belki de buna en çok ABD yardımcı oldu. Çünkü Amerika’nın süper bir güç olarak ayakta kalması için her zaman ‘düşmanlara’ ihtiyacı vardır. Ortaçağ karanlığını geri getirmeye çalışan Sudi Arabistan merkezli Wahabist Al-Qaida örgütünden daha iyi düşman mı olur? 11 Eylül yeni bir başlangıçtır 11 Eylül saldırısı bütün dünyada bir şok etkisi yaratmıştır. Bu şok etkisi ABD’nin dünya siyaset sahnesinde aktif müdahalesini birlikte getirdiği gibi, o günden bu yana yaşanan gelişmelerin aslında yeni bir uluslararası sistemin ortaya çıkarılışı yönünde bir müdahalenin başlangıcı olarak görülüyor. ABD’nin ekonomik ve askeri hedeflerine yöneltilen 11 Eylül saldırılarının uluslararası sistemde değişiklik yapacak düzeyde yeni bir mücadele sürecini başlattığı tartışmasız bir gerçektir. Yeni bir uluslararası sistem arayışı, bir bakıma 20. yüzyılın uluslararası sistemininin sona erdirilmesidir. İkiz Kuleler’i hedefleyen saldırının ardından Afganistan müdahelesi, birçok gücün karşı çıkmasına rağmen Irak’a müdahalenin gerçekleştirilmesi sistemin ortaya konulmasında doruk noktasını temsil etmiştir.
ABD de bu durumu böyle anlayıp tanımlamış; 3.Dünya Savaşı’nın başladığını ilan ederken, eski sistemin yürürlükte bulunan ve geçerliliği olan uluslararası yasa, kural ve ölçülerin hükümsüz olduğunu ilan etmeyle aynı içeriği taşımıştır. Böylece 20. yüzyıl boyunca oluşturulan uluslararası kurallar ve ölçüler ABD tarafından bir yana bırakılmış olmaktadır. Şimdi geçerli olan, savaşın ve mücadelenin kurallarıdır. Dolayısıyla, böyle bir mücadele içerisinde 21. yüzyıla hakim olacak yeni uluslararası ölçüler, anlayışlar, yasalar ve kurallar ortaya çıkarak, mücadele sonunda yeni bir uluslararası sistem oluşacaktır.
11 Eylül’le başlayan süreç, hızlanarak devam edecek ve Ortadoğu’nun kanlı ve karanlık rejimleri tek tek çökecektir. ABD, bunun için bir vesiledir ancak. Değişimi görmeyen katı rejimlerin bir davetiyesidir. Kürtler 11 Eylül ile başlayan değişim sürecinin en yükselen halkı olmaya adaydır. Tarihte hep böyle olmuştur zaten; yorgun ve değişime kapalı güçler çökerken, değişime ve özgürlüğe ihtiyacı olan güçler yükselişe geçerler./by Reşad Özkan/RÖ
Dr. Christian Schwaabe: "Der Terror ist ein transnationales Phänomen geworden"
zum Thema „Terrorismus“ Dr. Schwaabe: Der Terror ist ein transnationales Phänomen geworden Dr. Schwaabe: Der Terror ist ein transnati...
-
Zwischen Integration und Assimilation Zur Situation der Kurden in München (Zusammenfassung) Aufbau der Untersuchung und Vorgehensweise ...
-
zum Thema „Terrorismus“ Dr. Schwaabe: Der Terror ist ein transnationales Phänomen geworden Dr. Schwaabe: Der Terror ist ein transnati...
-
Interview Nach Prof. Dr. Norbert Paech besteht nach dem 11. September eine große Gefahr, daß Nationale Befreiungsbewegungen, die um ihre Se...