5. Juni 2008

Haiti: Mullatlarla siyahların mücadelesi



Haiti devletini temsil eden ulusal bayraktaki 'mavi' zamanı, 'kırmızı' ise sömürgeciden topraklarını alan halkın özgürlüğe kavuşmasını ifade ediyor. Haiti'nin bayrağına yeni aday renk ise; kan kırmızı.

Ülkede 9 gündür asker ve polisle çatışmaya giren ve iki kentin kontrolünü eline geçiren Aristide karşıtlarının, yaklaşık 50 kişiyi öldürdüğü sanılıyor. Haiti radyosu, 1991 ve 1994 yıllarındaki cunta yönetimi sırasında birçok kişiyi katletmekten suçlu bulunan ve komşu Dominik Cumhuriyeti'ne sığınan paramilis lider Louis Jodel Chamblain'in de ayaklanmaya katıldığını duyurdu. Peki "özgürlük için" halk neden hala savaşıyor?

Orta Amerika kıtasında Dominikler ile Küba'nın yakın komşusu olan Haiti Adası'nda, yoksulluğa ve hükümetin yolsuzluklarına başkaldıran ayaklanmacılar ile Devlet Başkanı Jean-Bertrand Aristide'ye bağlı polis güçleri arasında iktidar mücadelesi devam ediyor. Haiti'nin eski yerlileri (Kızılderililer), orta Amerika kıtasında sonsuz okyanusların üzerinde bulunan bu toprakları "Dayti" , yani "Dağlık Ülke" olarak adlandırıyorlardı.Bilanço belirsizTarihte birçok sömürgeci ülkenin istilasına uğrayan bugünkü Haiti'den eski kültürlerden fazla izler kalmış değil. Peki ABD'nin yardımıyla işbaşına getirilen ve başkanlık süresi 2006 yılında sona erecek olan Aristide, sokağa boyun eğecek mi?

Gittikçe sertleşen iç savaşın en az 13 şehre sıçradığı heberleri geliyor. Polis gücüne bağlı kuvvetler tarafından, ayaklanmacıların eline geçen ve liman şehri St. Marc'ın da aralarında bulunduğu birkaç şehrin, geri alındığı ajanslar tarafından duyuruluyor.Geçen haftadan beri bütün ülkeye yayılma tehlikesini gösteren ayaklanmada şu ana kadar kaç kişinin yaralandığı veya öldürüldüğü hakkında kesin bilgi yokken, en çok sivillerin zarar gördüğü muhakkak. Hükümet 50'ye yakın kişinin öldürüldüğünü belirtirken, ayaklanmacılar ise yüzlerce kayıptan bahsediyor.

Halk ayaklanması mı?

Başbakan Yvon Neptune ise "haydutların başkaldırısından" bahsedip halkı hükümet güçlerine yardıma çağırırken, siyasi muhalefetin lideri Himler Rebu "Halk ayaklanmasından" bahsediyor.

Haiti de gerçekten neler oluyor?

Gerçek olan; geçen gün ülkenin en büyük şehirlerinden olan Gonaives'te, daha başka şehir ve kasabalarda, Devlet Başkanı'ndan hoşnut olmayan ve onun istifasını isteyen halkın, devletin sahip olduğu polis kuvvetleriyle açık bir şekilde çatışmaya girdiğidir. Polis güçleriyle çatışan ayaklanmacılar gayet disiplinli ve koordinasyon içinde hareket ediyorlar.Hükümetin açıklamalarına bakılırsa halk, ayaklanmacıları desteklemiyor. Bu açıklamalar, doğrudan adadan bildiren haber ajansları ve gazeteciler tarafından yalanlanırken, açlık ve yoksullukla karşı karşıya bulunan halkın büyük bir kesiminin direnişçilere destek verdiği ve hatta resmen halkın da iç savaşa katıldığı bildiriliyor.Televizyonlar normal silahsız insanların; Gonaives, St. Marc ve Cap Haitien şehirlerinde sokaklarda büyük ağaçları devirip kendilerine nasıl siper yaptıklarını, polisleri taşladıklarını ve direniş güçlerine destek verdiklerini gösterirlerken, araba lastiklerinin ateşe verilmesiyle bu şehirleri, üzerinde yükselen siyah bulutlar kaplamaya başlıyor. Ülkenin kuzey- güneyinde bulunan ve nüfusu 200 bin civarında olduğu tahmin edilen Gonaives şehri, Aristide'ye karşı başlatılan başkaldırının merkezini oluşturuyor.İntikam koşusu mu?Eski dostlar bugün düşman. Şu dakikalarda Haiti Adası'nda iktidarı ele geçirmek için hükümet güçleriyle savaşan silahlı muhalefetin başını çeken güçler, Devlet Başkanı Aristide'nin eski ittifak arkadaşları ve dostları. Daha geçen yıla kadar aralarında su sızmıyordu. "Genaives direniş Hareketi" saflarında birleşen direnişçiler, geçen yıl esrarengiz bir şekilde öldürülen liderleri Amiot Metayer'in ölümünden hükümeti sorumlu tutuyorlar. Direnişçiler Metayer'in, Devlet Başkanı Aristide'yi çok yakından tanıdığı ve onun geçmişi ve yaptıkları hakkında birçok "gizli bilgilere" sahip olduğu için ortadan kaldırıldığını ileri sürüyorlar. "Hükümetin başında bulunanlar Metayer'in Aristide hakkındaki açıklamalarından korkuyordu' açıklamasını yapan muhalif güçler, adeta intikam peşinde koşuyor.BM tarafından yapılan açıklamalarda Haitililerin büyük çoğunluğunun gıda maddesi ve içme suyu sıkıntısını çekmeye başladıklarını duyururken, silahlı çatışmaların gittikçe yoğunlaşmasından dolayı büyük bir oranda birçok şehir ve kasabanın elektriksiz kaldığı, birçok yerde de elektrik jeneratörlerinin devreye sokulmasına rağmen yetersiz olduğu belirtiliyor.

Tarihine bir göz atalım

Batılı sömürgeci güçlerin "keşiflerinden" Haiti de kurtulmaz. Daha 1492 yılında bu bölgeye bir çıkarma yapan Yahudi asıllı İspanyalı Christoph Kolumbus bugünkü Haiti topraklarının büyük bir bölümünü teşkil eden "Hispaniola" Adası'nı keşfeder. Böylece Haiti, İspanya'nın denetimine geçer. Fakat Fransız asıllı deniz korsanları sürekli Hispaniola'nın güney sahillerinden Haiti'ye baskınlar düzenlerler ve İspanyolları rahat bırakmaz.

İspanya 1679 yılında adanın güney kesimini Fransa'ya bırakmak zorunda kalır. Fransızlar buraya Afrika'dan zorla getirdikleri 900 bin köleyle yepyeni bir "coğrafya" yaratırlar, adada resmen Fransız sömürgeleştirilmesi başlar. Büyük bir gelir kaynağı olan şeker kamışı dünya pazarlarında pazarlanır. 1789'lardan sonra patlak veren Fransız devrimi etkisini deniz aşırı sömürgesi Haiti de de göstermeye başlar. Afrikalı siyah köleler özgürlüklerini talep ederler.
1794 yılında köleler ayaklanmaya başlar. Sömürgeci Fransız birlikleriyle çatışırlar. Burada bir büyük katliam yaşanmasına rağmen "siyah direnişçiler", Fransız sömürgeci zincirlerini koparıp "özgürleşirler" ve Haiti'nin bağımsızlığını 1804 yılında ilan ederler. Bağımsızlık gününü görmeden yaşama gözlerini yuman köle lideri Toussaint Louverture, halen Haiti'de bir ulusal kahraman olarak anılıyor.ABD'nin egemenliğiHaiti sayısı belli olmayan tiran ve diktatörlerin gelip geçtiği bir yarımada ünvanını taşımakla da çok tanınıyor. 1804 yılından beri bağımsızlığına kavuşan Haiti'de "normal şartlarda" bir devlet başkanının seçilmesi ve "aklı başında" bir hükümetin işbasına getirilmesi için tam olarak 192 yıl beklenirken, ilk devlet başkanı olan Jean-Jacques Dessalines 2 yıl sonra öldürülüyordu. Bu yıllar hep entrika, darbeler ve iç savaşların patlak vermesiyle geçti.Sömürgeciliğin geride bıraktığı zihinsel, sosyal ve ekonomik yıkıntılar, imhalar ülkeye rahat vermedi. Gelen giden diktatörler, ya kişisel çıkarları için ya da eski sömürgecilerin elinde birer kukla olarak hareket ettiler. 1914 yılının başlarından itibaren, Haiti'yi askeri olarak işgal eden Amerikan emperyalizminin baskıcı ve ekonomik sömürü dönemi başlar. Askeri işgal 1935 yılına kadar devam ederken, 1950 yıllarına kadar da Haiti ekonomik açıdan tamamiyle ABD'nin kontrolünde bulunuyordu. 7 yıl sonra Haiti ordusunun desteğiyle 1957 yılında "Papa Doc" lakabıyla tanınan Francois Duvalier devlet başkanlığına getirilerek, Fransız karışımı melezlerden oluşan 'Mullat"ların siyasi hakimiyetine son verilir. 1964 yılında ise "Papa Doc" kendisini "hayatta olduğu sürece" devlet başkanı ilan eder.Doc'ların dönemiAsıl mesleği tıp doktorluğu olan kökeni eski siyah kölelere dayanan Francois, iktidar gücünü kurumlaştırmak için güçlü bir istihbarat örgütü ve paramiliter gruplar oluşturur, siyasi muhalefeti susturmaya çalışır. Amerikan işgali döneminde ülkenin gelir gider, ekonomik durumu ve siyasi ortamı biraz iyi iken, Francois diktatörlügü döneminde ülkenin elit sermayesi sayılan Mullatlar (İspanyol-Fransız döneminde kalan yerleşimciler), aydınlar, eğitilmişler canlarını kurtarmak için yurtdışına kaçmaya çalışırlar. Mullatlar siyasi olarak iktidardan uzaklaştırılıp tesirsiz hale getirilmelerine rağmen, yine de sahip oldukları ekonomik güç ve yasayış biçimlerinden dolayı etkinlikleri devam eder. Francois'in 1971 yılında beklenmedik ani ölümü üzerine başkanlık makamını oğlu Jean-Claude Duvalier ("Baby Doc") devralır. Ordu onu "uygun" görür. Babasından biraz daha az sert olan Başkan Jean-Claude döneminde Mullatlar biraz nefes alıp topluma ve siyasete yeniden entegre olmaya başlarlar, yüksek mevkilerde yeniden "söz sahibi" olmaya çalışırlar. Fakat babasının oğlu "Baby Doc" dış baskılardan dolayı ülkenin liberalleşmesine ve serbest seçimlerin yapılmasına razı olmasına rağmen yan çizmeye başlar. Muhalif grupların bütün siyasi çalışmalarını yasaklar ve sindirme politikasını yeniden yürürlüğe koymaya çalışır. Nüfusun yüzde 70'nin işsiz olduğu, 10 bin kişi başına bir doktorun düştüğü ve halkın ezici çoğunluğunun yoksulluk içinde yaşadığı Haiti'de "Baby Doc" babasının yerine geçtiğinde daha 19 yaşındaydı.

Cuntalar devam ederAmerika ve Fransa'nın yeniden ülkede söz sahibi olmaya başlamaları Mullatların etkinliklerini yaygınlaştırmaları sonucunda "Baby Doc"a karşı 1986 yılında bir askeri darbe yapılır. "Baby Doc" Fransa'ya sürgüne gönderilir. Birçok hükümet askeriye tarafından işbasına getirilmesine rağmen işler bir türlü yoluna girmez. 1990 yılında yapılan başkanlık seçimlerinde halkın arasında sevilen Katolik kilesinin papazi Jean- Bertrand Aristide yeni Devlet Başkanlığı'na seçilir. Daha seçimlerin üzerinden 7 ay geçmeden devlet başkanı Papaz, General Raoul Cêdras'in öncülüğünde ordu tarafından bir darbeyle makamından uzaklaştırılır. Papaz, Amerika'ya kaçıp sığınır. 4 bine yakın taraftarı, cuntacılar tarafından öldürülürken, yüz binlerce kişi de komşu ülkelere sığınır. Daha sonra uygulanan dış ekonomik ve siyasi ambargolara dayanmayıp pes eden Haiti cuntası, Birleşmiş Milletler'in (BM) ülkeye müdahale etmesine razı olur. BM, Haiti'ye güvenliği sağlamak için Bin üçyüz mavi bereliyi, askeri barış gücü olarak gönderip demokratik seçimlerle seçilmiş olan Aristide'nin geri dönmesi için anlaşma sağlar. Haiti ordusu feshedilip yerine sivil polis gücü oluşturulur.

1994 yılından beri Haiti, ordu veya herhangi bir üniformalı askere sahip olmayıp, ülkenin savunmasından ve korunmasından polis gücü sorumludur. 11 Mayıs 1994 tarihinde geçici devlet başkanlığına Emile Jonassaint'in getirilmesine rağmen taraflar arasında karışıklıklar ve silahlı çatışmalar devam eder, bir iç savaş durumu yaşanır. Haziran ayında ise ABD Temsilciler Meclisi, Beyaz Saray'dan Haiti'ye askeri olarak müdahale edilmesini talep eder.Amerikan askerleri Devlet Başkanı'nın ülke çapında sıkıyönetimi ilan etmesine rağmen çatışmalar devam eder. 31 Temmuz 1994 yılında New York'ta toplanan BM Güvenlik Konseyi üye ülkeler, Washington'a bir askeri müdahale için yeşil ışık yakmasına rağmen uzun görüşmeler ve pazarlıklar sonucunda müdahalenin önüne geçilir, fakat bu sefer Amerikan askerlerinin Haiti'ye yerleştirilmesi kararı alınır. Bunun üzerine 19 Eylül 1994 tarihinden itibaren BM Barış Gücü'nün çekilmesine kadarki döneme kadar Haiti topraklarına 23 bin Amerikan askeri yerleştirilir. 15 Ekim tarihinde ise Amerika'dan geri dönen Aristide, yeniden başkanlık koltuğuna oturur. Ayrıca Afrika Devletler Birliği (OAS) ve BM, ortaklaşa insan haklarını yakında takip etmek için Haiti'ye bir gözlemci temsilcisini gönderir.

1995 yılında yapılan parlamento seçimlerinde Aristide'yi destekleyen Cephe Partisi büyük bir sandalye çoğunluğunu ele geçirir. Aralık 1995 tarihinde Anayasa gereği olarak seçimlere katılmayan Aristide'nin yerine ona yakın bulunan Ittifak Cephesi'nden devlet başkanı adayı olarak katılan Renê Prêval seçimleri kazanır. Prêval, Şubat 1996 yılından itibaren başkanlık makamını Aristide'den devralır. 1997 yılından itibaren ülkenin liberalleştirilmesine ve işyerlerinin özeleştirilmesine karşı çıkan yüz binlerce memur ve emekçi, Uluslararası Para Fonu (IMF) reçetelerinin Prîval tarafından "zorunlu bir şekilde" uygulanmasına karşı çıkıp sokaklara dökülürler. Şubat 2001 tarihinde yapılan başkanlık seçimlerinde adaylığını koyan Aristide, yeniden devlet başkanlığına seçilir.Bağımsızlık Günü'nde ayaklanmaBu yılın 1 Ocak'ında Aristide, meydanları dolduran taraftarlarıyle ulusal bağımsızlık günlerini kutlamak isterlerken, sokağa dökülen muhalefetin protestosuyla karşılandı. İnsanlar "açlık yerine ekmek, özgürlük istiyoruz" diye bağırıyorlardı. Bağımsızlık kutlamaları adeta bir iç savaşın başlamasına yol açıyordu. Polis güçleri her ne kadar muhalefet tarafından örgütlenen halkı dağıtmaya çalıştıysa da bunu başaramadı. "Direniş" ülke çapına yayılırken, ondan sonra barışçıl bir şekilde başlayan sokak protestoları yerlerini silahlı çatışmaya bıraktı. Muhalefet güçleri 2000 yılında yapılan parlamento ve 2001 yılında yapılan başkanlık seçimlerine hile karıştırdığı için Aristide ve onun hükümetinin istifasını talep ederken, Washington yönetimi de Aristide'ye yakın bazı kişilerin uluslararası uyuşturucu kaçakçılığında parmakları olduğunu ileri sürüyor. Amerika'da tüketilen uyuşturucunun yüzde 15'nin Haiti üzerinden geldiği belirtiliyor.

Haiti hakkında kısa bilgiler

Devlet yapısı: 1987 yılından beri başkanlık sistemi (Haiti Cumhuriyeti).
İki temsilciler meclisinden oluşuyor: 83 üyeli parlamento; 4 yılda bir seçilir ve 27 üyeli senato; 6 yılda bir seçilir.
Hükümet partisi Fanmi Lavalas.
Aristide'ye karşı parlamentoda temsil edilen 15 partiden oluşan "Demokratik Birlik/Demokratik Yaklaşım" cephesi bulunuyor.
Devlet başkanı: 2001 yılından beri Jean Bertrand Aristide.Başbakan: Hükümet partisi Fanmi Lavalas'dan gelen Yvon Neptune, Aristide'yi destekliyor.
Resmi dilleri: Fransızca ve Kreolice (Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve batı Afrika dillerinin bir karışımından meydana geliyor.
Nüfusu: 8 milyon 114 bin (2003).
Yüzölçümü: 27.750 kilometrekare
Başkenti: Port-au-Prince-nüfusu: 1 milyon 119 bin
Etnik yapısı: Siyahlar yüzde 90; beyaz ve Mullatlar (beyazla zencilerden doğan melezler) yüzde 10.
İnançlar: Hıristiyanlar yüzde 97.1; Katolikler yüzde 68.5; Protestanlar yüzde 24.1 ve diğerleri %7.4
Büyük şehirleri: Port-au-Prince, Carrefour, Delmas, Cap-Haotien, Pêtionville
Ulusal bağımsızlık günü: 1 Ocak 1804 (Fransız sömürgeciliğinden kurtuluşu)Ülke ekonomisinin geliri yüzde 41.9'u servis sektöründen, yüzde 19.5'i sanayiden ve yüzde 38.6'si ise tarımdan elde edilmektedir. Enflasyon oranı yüzde 17 olup işsizlik oranı da yüzde 70 civarında bulunuyor. Kişi başına düşen ortalama yıllık gelir ise 300 Amerikan doları civarında olurken, ülkenin zenginlik kaynakları arasında da kahve, seker kamışı, boksit (mineraller) ve bakır bulunuyor.

Text ve Foto:

'Roma döneminde değiliz'

Amerika'nın Irak'taki savaşının meşru olmadığını söyleyen Prof. Dr. Norman Paech, "Dünya, artık Roma İmparatorluğu'nun dönemindeki gibi değil. Amerika'nın askeri, ekonomik egemenliği ve eylemleri hukuksal bir temele dayandırılmak zorunda" dedi.

Uluslararası Hukuk uzmanı ve Hamburg Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof Dr. Norman Paech, Irak'ta süren savaşın hukuk boyutunu ve Kürt sorununa ilişkin gelişmeleri değerlendirdi.

-Irak savaşı başladı. Çatışmalar gittikçe yoğunlaşıyor. Irak krizinde uluslararası hukuk iflas mı etti acaba?

Şu anda Birleşmiş Milletler ve devletler hukuku zor bir durumda bulunuyor. BM ve devletler hukuku merkezi olarak, Irak savaşını önleyemediler ve ağır bir yenilgi aldılar. Bu savaş tamamıyla devletler hukukuna aykırıdır. Bu savaşı meşru gösterecek herhangi bir neden bulamıyorum.

-Yani bu bir saldırganlık savaşı mıdır?

Amerikalılar ve İngilizlerin bu saldırısı BM Şartı'nın 2. maddesinin 4. paragrafının tamamıyla ihlal edilmesi anlamına geliyor. BM Şartı'nın sözkonusu maddesi ulusal savunma durumları olmadığı sürece devletlerin birbirlerine karşı şiddete başvurmalarını ve savaş açmasını yasaklıyor. Şiddete başvurma ve savaş ilan etmek, ancak ve ancak BM Güvenlik Konseyi'nin onayı ile gerçekleşebilir veya sınırlandırabilir.

Görüldüğü gibi Irak savaşında böyle bir durum sözkonusu olmadığı gibi, BM'nin onayı olmadan Amerika, İngiltere ve Avustralya bilinçli olarak devletler hukukunu bir tarafa itip, Irak'a karşı kendi başına hareket etmişlerdir. Çok az bir gurubun dışında hemen hemen dünyadaki bütün uluslararası hukuk uzmanları da aynı görüsü paylaşıyorlar. Bu birincisi.İkincisi ise; diğer taraftan görüldüğü gibi Amerika gibi çok güçlü olan bir ülkenin BM'ye ihtiyaç duyduğudur. Örneğin Amerika 1991 yılından beri Irak'a yapılan "Gıda için petrol" programını yeniden canlandırıp, program çerçevesinde tekrar BM'nin yardımını almaya çalışıyor. Savaş sonrası Irak'ın yeniden inşası ve düzeni sağlamak için sorunu uluslararasılaştırmak istiyor. Amerika'da belirli durumlarda kendi başına hareket edecek gücü bulamıyor ve BM'ye ihtiyaç duyuyor.

Bunun dışında Amerikan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in Irak'ın eline geçen Amerikalı savaş esirlerine kötü muamele yapıldığını söyleyip, Irak yönetimini Cenevre Antlaşması'na uygun bir şekilde hareket etmesini istiyor. Ben şahsen Rumsfeld'in bu talebini ciddi görmüyorum. Sıra kendilerine gelince herkesin uluslararası sözleşmelere bağlı kalmasını istiyorlar. Afganistan savaşında esir alınan Taliban veya El-Qaide savaşçılarının Guantanamo Üssü'ne getirilip onlar için Cenevre Antlaşması'nın geçersiz olduğunu açıklayan Amerika'yı tanıyoruz.

Burada şu anlaşılıyor: Yeri ve zamanı geldiğinde devletler hukukunun dünyada hegomonyasal bir güç olan Amerika için de gerekli olduğudur. Ve buna sarılmak zorunda kaldığıdır. Yani Dünya, artık Roma İmparatorluğu'nun dönemindeki gibi değil. Amerika'nın askeri, ekonomik egemenliği ve eylemleri hukuksal bir temele dayandırılmak zorunda.

-Tüm bu gelişmelere rağmen BM'nin gelecekte bir rolü ve önemi olacak mı?

Tabii buna kesin inanıyorum. BM, gelecekte de uluslararası meselelerde çok önemli bir rol oynayacaktır. BM'nin Irak krizini önlemek istemesi, savaş ve savaş karşıtı devletler arasında arabuluculuk yapması, silah denetçileriyle çok iyi bir şekilde koordineli çalışması, sorunu Güvenlik Konseyi'nde detaylı bir şekilde tartışmaya açması ve gereken bütün siyasi çözüm araçlarına başvurmaya çalışmasının, bu kurumun zayıflamasından daha çok güçlenmesine yol açtığı görüşündeyim. Amerika'nın Irak'a her şeye rağmen savaş açması BM'yi zayıflatmamıştır. Tersine BM'nin ne kadar haklı ve gerçekçi bir kurum olduğunu göstermiştir. BM'nin bir yenilgi yaşadığı doğrudur. Fakat uluslararası camiada ne kadar önemli olduğu da ispatlanmıştır. Devletlerarası sorunların çözümü için hukuksal çözümlerin ne kadar önemli olduğunu bize göstermiştir.

Sorun şu: Eğer devletler uluslararası hukuka göre hareket ederlerse çözülmeyecek sorun yoktur. Bu da tek tek devletlerin sahip olduğu hukuk kültürlerine bağlıdır. Almanya Irak halkına insani yardımlar için hazır olduğunu dile getirmiştir. Fakat Amerika tarafından kendisinin bu hususta araç olarak kullanmak istemesine karşı çıkmaktadır. Tüm bunlar da Almanya ile Amerika'nın hangi konularda görüş ayrılıkları içinde olduğunu bize gösteriyor.

-Alman hükümeti bir yandan savaşa karşı olduğunu belirtiyor, diğer yandan da savaş bölgesinde askeri mürettebatı, erken uyarı uçakları Awacslar ve kimyasal silahların izlerini tespit eden Fuchs adlı tankları bulunuyor. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de Amerikan ve İngiliz uçaklarına hava sahasını açmış bulunuyor. Sizce Almanya da savaşın içinde mi?

Hayır, ben Almanya'yı böyle değerlendirmek istemem. Durum belirtildiği gibi değildir. Almanya açık bir şekilde savaşa karşı olan tutumunu göstermiştir. Almanya bu savaşa karşıdır. Bunun dışında da Almanya'nın, bu savaş karşıtı tutumundan dolayı diğer ülkeleri de savaş karşıtı bir yörüngeye çektiği görüşündeyim. Dünyada savaş karşıtı cephenin bu kadar güçlenmesinde bence Almanya'nın tutumu çok önemli bir rol oynamıştır. Savaş karşıtı olan devletler Almanya ile dayanışma içine girmişlerdir. Avrupa'da Almanya gibi güçlü olan bir ülkenin tutumu Fransa Devlet Başkanı Chirac ve Rusya Devlet Başkanı Putin için örnek teşkil etmiştir.Bence eğer Federal Almanya hükümeti savaş karşıtı bir çizgi izlemeseydi, belki ne barış hareketi ve ne de savaş karşıtı cephe bu kadar güçlü olabilirdi. Bölgede bulunan Almanya'nın silahları ve askerlerine gelince; tüm bunlar bence NATO'nun sorumluluk çerçevesinde olmasıdır. Ayrıca Almanya'nın bir bütün olarak Amerika ile ilişkilerini kopmaması için gösterdiği küçük bir jestidir. Bu da tabi işin başka yüzünü oluşturuyor. Bunlarla birlikte Almanya savaşa ortak olmamak için gereken yardımları çok az tutmuştur. Almanya'nın savaşa ortak olmamak istemesinin diğer işareti de, savaştan sonra harabeye çevrilmiş olacak Irak'ın inşasında yer almayacağını açık bir şekilde açıklamış olmasıdır. Almanya, Irak'ta bir temizlikçi firma olmayacağını ifade etmiştir.

-Daha savaş bitmiş değil Amerika Irak'ı ihaleye çıkarttı. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her şeyden önce Amerikalılar en yağlı ihaleleri kendilerine alacaklarıdır. Başkalarının Irak'ta fazla kazanç sağlamalarına fırsat tanımayacaklardır. Amerikan şirketleri daha savaştan önce harekete geçmişlerdi. Irak'ın zenginlik kaynakları üzerinde, ilk olarak Amerikalılar söz sahibi olacaklardır ve sömüreceklerdir. Bunun dışında da başka devletlerin şirketlerini az denecek bir oranda ortak etmeye çalışacaklar ve hatta Irak'ta yaptıklarına sonradan savaşa meşruiyet kazandırmak için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde bir karar çıkartılmasına uğraşacak ve ortak etmeye kalkışacaktır. Çıkartılan 1441 Sayılı karar için çaba gösterdiklerini biliyoruz. Fakat savaşa bir meşruiyet kazandırmak isteyen bir kararın çıkması imkansız görünüyor. Fransa da savaşa sonradan bir meşruiyet sağlayacak böyle bir karara -insani yardımları kapsasa bile- kesinlikle karşı olduklarını belirtmiştir. Fransa bu konuda Almanya ile de ortak görüşü paylaşmaktadır.

-Savaş sonrası Amerikalıların planları nelerdir?

Ana planları Irak'taki (Basra, Kerkük ve Musul) zengin petrol yataklarını sömürmek ve petrol sömürme haklarını kendi şirketlerine devretmektir. Amerika Irak'taki yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarını ele geçirmek istiyor ve bunların üzerinde söz sahibi olmak istiyorlar. Diğer devletleri bu kaynaklardan uzak tutacaklardır. Bu çerçevede hazır planları vardır. Bunun dışında Amerikan çıkarlarını garanti altına alacak -Afganistan da olduğu gibi- yeni bir hükümet atayacaklardır. Fakat Irak'ın nasıl bir devlet yapısına kavuşacağı -federasyon mu merkezi bir devlet mi-, tüm bunlar savaş sonrası Amerikan stratejisinin başka önemli bir parçasını oluşturuyor. Halen açık olan bu durum pazarlıklar konusudur. Bilindiği gibi savaşlar yapıcı değil yıkıcıdırlar.Belki bir konfederasyon çözümü!..

-Daha önceden olası bir Irak savaşında Kürtlerin kaybedenler arasında olacağını belirtmiştiniz. Halen aynı görüşü savunuyor musunuz?

Kürtlerin bu savaşta kaybedenler arasında olacağından korkuyorum. Bu konudaki endişelerim büyük. Kürtler Amerikan ve Türk çıkarları arasında kalıp yem olabilirler. Diğer yandan da KDP, YNK ve KADEK'in görüş ayrılıkları içinde de bulunmaları, bu savaşta kazançlı ve başarılı çıkmaları önünde büyük engeller teşkil edebilir. Bağımsız bir devlete sahip olmayacakları zaten biliniyor. Fakat Kürtlerin umut ettiği gibi Kerkük'ü merkez yapacak bir Kürt otonom ve federal bir yapısının da oluşacağına fazla sıcak bakmıyorum. Çünkü büyük bir ihtimal ile buna ne Amerikalılar ne de Türkler izin vermeyeceklerdir. Ben şahsen şu anda Irak'a karşı cepheye giren Kürtlerin geleceklerinden korkuyorum.

-Bu dedikleriniz Türkiye, Suriye ve İran'ın egemenliği altındaki Kürdistan parçaları için ne anlama geliyor?

Güney Kürdistan'daki sorunun büyüyüp başka ülkelere de sıçraması halinde -fakat büyük bir olasılık değil- belki bir konfederasyon çözümünü bu bölgede gündeme getirebilirler. Ama şu anda gördüğüm kadarıyla ne Türkiye, ne İran ne de Suriye buna hazırlıklıdırlar, 'ulusal dokunulmazlık' ve bütünlüklerini ön planda tutmaktadırlar. Kürdistan kelimesini bile ağızlarına almamaktadırlar. Bu ülkeler şimdilik Kürdistan için bir çözüme hazırlıklı değiller. Kürdistan üzerindeki hakimiyetlerinin devamından yana oldukları gibi federatif bir çözümden de uzaktırlar. Bu devletler ayrıca savaştan sonra bir Irak'ta daha da güçlenmiş bir Kürt otonomisine karşıdırlar ve engellemeye çalışacaklardır. Fakat tüm bunlara rağmen Amerika'nın himayesi veya denetiminde bir yapı bir devlet veya otonomi oluşumu ortaya çıkabilir.

Böyle bir ortamda bu sefer Kürtler arasındaki sorunlar böyle bir oluşumun önünde bir engel teşkil edebilir. Birbirleriyle iç sorunlarından dolayı uğraşacak olan Kürtler, sahip olacakları böyle büyük bir otonom yapıyı zayıf bir duruma düşmesine neden olabilirler./by Reşad ÖZKAN/RÖ
1 nisan 2003/Özgür Politika/Kurdistan Post

Alman devletinin göç(men) politikası

Merkel Hükümetinin düzenlediği “Uyum Zirvesi” ile iyice gündemleşen “Göçmen Yasası” tartışmalarına Almanya’da yaşayan göçmenlerin temsilcileri tepki gösterdi.

Göçmenlerin sorusu şu: Alman devletinin göçmen politikasının tarihsel arka planında neler var?Almanya’da yaşayan göçmenleri ilgilendiren yasal düzenlemeler tartışma konusu. Merkel Hükümetinin düzenlediği “Uyum Zirvesi” ile iyice gündemleşen “Göçmen Yasası” tartışmalarına Almanya’da yaşayan göçmenlerin temsilcileri tepki gösterdi. Peki Alman devletinin göçmen politikasının tarihsel arka planında neler var? Almanya’nın bir dönem göçmen işçileri ülkesine davet etmek için özel yasalar çıkarırken, günümüzde göçmenlerin Almanya’da kalma koşulları neden zorlaştırılıyor? Bunun ardında Almanya’nın yaşadığı ekonomik kriz mi var, yoksa Almanya’daki yabancı düşmanlığı mı yeniden canlandırılıyor?

Bu soruların yanıtlarını bulmak için öncelikle “göçmenlik olgusu”na ve Almanya’nın geçmişteki “Göçmen politikalarına” bakmakta fayda var.Milyonlarca insan üstünde doğup büyüdükleri topraklarını ev ve yurtlarını terk edip başka topraklara, tamamıyla yabancı oldukları, dillerini bilmedikleri, kültürlerini tanımadıkları başka ülkelere yerleşiyor. Başka topluluklara katılıyorlar. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yapılan açıklamalara göre şu anda iç savaşlar nedeni ya da yoksulluk nedeni ile anayurtlarını terketmiş 200 milyona yakın göçmen dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış bulunuyor. Dünya çapında büyük bir haraketlilik gösteren uluslararası Göç akışında işkence, idam ve savaşlardan yakasını kurtarmak isteyen siyasi mültecilerden tutun, geleneksel yaşam biçimlerinden, kapitalist ekonomik sömürünün ve yoksulluğun pençesinden kurtulmaya çalışan mesleksiz emekçiden yüksek eğitimli uzamana kadar insanlar bulunuyor. Milyonlarca insan adeta birdenbire köklerinden kopartılan, sonu görülmeyen bir karanlık boşluğa doğru yuvarlanıyor. Bunların çoğu daha hedefleri olan ülkelere ulaşamadan ya soğuktan ölüyor, ya da güvenlik güçlerin kurşunlarina hedef oluyorlar veya Avrupa kapısında Akdeniz derinliklerinde boğulup kaybolup gidiyorlar. Hedef ülkeye ulaşanların çoğu ya sınırları koruyan güvenlik güçleri tarafından yakalanıp apar topar geldikleri yerlere geri gönderiliyorlar veya geçici olarak mülteci toplama kamplarına koyuluyorlar. Çoğu vardıkları ülkelerde ya kısa olarak kalıyorlar ya da ömürleri boyunca yerleşiyorlar. Ondan sonra ya yıllarca mülteci yurtlarında tüm sosyal-ekonomik ve demokratik haklarından yoksun olarak kaderlerine terkediliyorlar veya şansları varsa yasaların ve kanunların elverdikçe ailelerini yanlarına getiriyorlar veya üç-beş kuruş kazanmaya çalışıp geçinmeye çalışıyorlar. Göç ve mülteci “akınına“ uğrayan devletlerin çoğu şu veya bu şekilde çıkardıkları tutucu-radikal yasalarla Göçü sınırlandırmayı, önlemeyi veya yönlendirmeye çalıştıkları biliniyor. Bu ülkelerin başında ise Fransa ve Federal Almanya Cumhuryeti geliyor. Almanya`nın göç politikası 2. Dünya savaşının yıkıntılarını yeniden inşaa etmek ve ekonomiyi canlandırmak için Almanya`ya yabancı işçi göçü Türkiye, İtalya, Portekiz, Fas v.s. gibi dış ülkelerden 1960`lı yıllardan sonra yoğun olarak başlamıştır. Daha önceden de İskandinav, Doğu Avrupa ve İtalya gibi ülkelerden Almanya`ya işçi göçün olduğu biliniyor. 1951 yıllarına kadar Almanya`da 600 bine yakın yabancı işçi bulunuyordu. Bu rakam Almanya ile birçok ülke arasında 1961 yıllarından sonra imazalanan “Göç Alımı Anlaşması“yle itibaren yükselmeye başlamıştır. Federal Almanya’ya ilk anlaşmalı işçi alımı 1955 yılından sonra İtalya ile başlayıp bunu 1960 yılında bunu İspanya ve Yunanistan izlemiştir. 1964`de Portekiz 1965`te Tunus ile Fas ve 1968 yılında eski Yugoslavya`dan Almanya`ya işçi akımı başlamıştır.. Türkiye`den ise “misafir işçi“ alımı 1961 yılından itibaren olmuştur. İki ülke arasında imzalanan “Göç Alımı Anlaşması”yla Türk pasaportlarını taşıyanlara Almanya`da çalışma kapısı açılmıştır. Daha sonra Türkiye ile dönemin Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) arasında 1963 yılında Ortak Ekonomik Anlaşma`nın imzalanması Türk ve Kürt Göçünü Almanya`ya yoğunlaşması 1973-1979 yılları arasında Alman hükümetinin işçi alımını tam olarak durdurma veya oldukça sınırlandırma politikasına gitmiştir (Anwerbestop veya Konsolidierung politikası). Göçü ve işçi akışını planlı kontrol etmeye çalışan Almanya ilk kez 1965 yılında bir “yabancılar kanunu”nu kabul etmiştir. Böylece 1964 yılından bu yana temel sosyal ve Anayasal demokratik hakların çoğundan men edilen Göçmenler “Yabancılar yasası“ ile yönetilmişlerdir. 1991 yılları başında Kohl hükümeti Göçmenlerin yaşam koşullarını göz önünde bulundurmayan bu yasada temel değişikliklere gitmek zorunda kalıp, yeni bir “yabancılar kanununu“ çıkartmaya gitmiştir. Kuşkusuz Kohl hükümetinin yeni yasası beraberinde yeni kolaylıkları getirmeyi de ihmal etmemiştir.Bu sefer Almanya`ya “misafir işçi“ olarak gelenler bu ülkeye yerleşmeye başlayıp geride kalan aile ve çocuklarını da “Aile Birleşimi“ kapsamında getirmeye başlamışlardır. Almanya`ya gelen Türk pasaportluların nüfusları 1961 yılında 7-8 bin civarında bulunurken bu rakam 90`lı yılların başında daha da yükselip günümüzde 2 milyonu aşmıştır. (İlişikteki grafiklere bakınız). Artık 1990 yıllarından sonra Almanya`ya Göç evlilik, birinci derecedeki yakınlarını yanına getirme, iltica ve kalifeyli uzmanların getirilmesi şeklinde gerçekleşmekte ve nicelikten büyük bir niteliğe bürünmüş bulunmaktadır. 1993 yılında dönemin Helmuth Kohl hükümeti tarafından Sosyal Demokratların desteğiyle hukuki olarak iltica hakkını adeta yok etmesi bu ülkeyi sığınacak bir yer zanneden mülteceilere de kapılar radikal bir şekilde kapanmıştır. 1987 yılında Alman makamlarına iltica başvurusunda bulunan mültecilerin sayısı 57 bin iken bu rakam 1992 yılında 400 bin civarında bulunuyordu. İltica hakkını koruma altına alan Alman Anayasasının 16a maddesinin değiştirilmesiyle birlikte iltica başvurularında büyük bir ölçekte düşüş olup 1998 yılında açıklanan verilerde Almanya`ya yıllık iltica başvuruları 100 bine düşmüş oluyordu.1949-1999 yılların sonuna kadar özellikle iş başına gelen tüm Alman hükümetleri Göçmenlere “gidici ve misafir işçi“ gözüyle bakmışlar uyum ve teşvik politikalarını ciddi bir şekilde gündemlerine almamışlardır. Helmuth Kohl çağı olarak Alman tarihine geçen Hristiyan Birlik Partileri CDU/CSU ve Hür Demokrat Parti (FDP)`nin 16 yıllık hükümet saltanatının yıkılmasından sonra 1999 yılında işbaşına gelen Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve Yeşiller Partisi ortak koalisyon hükümeti ciddi bir şekilde - ancak Alman iş piyasasını ve ekonomik çıkarlarını ön planda tutan- “yabancıların Alman toplumuna uyumu“ için Göç politikasını gündemlerine almışlar, “misafir“ işçilerin “gidici“ olmadıklarını, artık Almanya`ya yerleşmiş olduklarını kabul edip Almanya`nın bir Göç ülkesi olduğunun da farkına varmışlardır.Bu olumlu gelişme şimdiki haliyle içi boşaltılmış olsa da bir Göç yasasının vücuda gelmesini sağlamıştır. Böylece artık söyle veya böyle bir şekilde Almanın sağcısı, solcusu, liberali veya dincisi olsun Almanya`nın bir Göç ülkesini doğrudan olmasada kabul etmek zorunda kalmıştır. 2005 yılının sonunda Merkezi Wiesbaden’de bulunan Federal İstastik Dairesinin yayınladığı verilere göre Almanya`da toplam olarak 6 milyon 755 bin 811 “yabancı işçi“ yaşıyordu (grafik 2). Birinci grafikte yer alan veriler ise Almanya`da daha çok Göçmenin yaşadığını bize gösteriyor. Bu grafikteki veriler Eyaletler ve Federal İstastik Dairelerinin Almanya`da gerçekten kaç milyon Göçmenin (7 milyon 289 bin 149 kişi) yaşadığı konusunda hemfikir olmadıklarını bize gösteriyor. Her iki grafikte de yer alan veriler Almanya`da yaşayan Avrupa Birliği’ne (AB) üye 26 ülkenin vatandaşlarını da kapsamaktadır.

-II-

Ulusal merkezli uyum’ politikları ve ‘üst kültür’

Almanya açık bir şekilde göçmenlerin yaşam tarzlarını ve kültürel yapılarını ikinci plana iten ‘ulusal merkezli uyum’ politiklarında ‘üst kültürünü’ göçmenlere dayatan, ekonomik üstünlüğü elden kaçırmamak için ekonomik çıkarlarını ön plana koyan bir politika izliyor.

Nüfus araştırmacılarına göre 2030 yılında Almanya’da yaşayan nüfusun çoğunu yaşlı nesil oluşturcaktır. 70 yaşındakilerin nüfusu ortalama 40 yaşındakilerin üstünde olacak. Demografik yapının istikrarı ve iş piyasasındaki insan açığının kapatılması için şimdiden gerçekçi modellerin üretilmesi talep ediliyor. Birleşmiş Milletler’in (BM) yaptığı hesaplamalara göre 2050 yılına kadar Alman nüfusunda yüzde 20’ye kadar bir gerileme olacak. Doğum oranı oldukça gerileyecek. Bu da ekonomi ve iş piyasası için büyük bir açığın olacağı anlamına gelecek. BM’ye göre Alman nüfusunu gelecek 40 veya 50 yılda bugünkü seviyede tutmak için brüt olarak yılda 1 milyon 500 bin göçmene ihtiyaç olacaktır. Araştırmacılara göre toplumun yaşlılaşmasında sadece doğum oranlarının gerilemesi bir neden değil, aynı zamanda sosyal ve sağlık sistemi, iyi yaşam standartları yaşama ömrünü ortalamanın üstünde uzatıyor.Örneğin şimdilik Almanya’da 60 yaşındakilerin oranı nüfusun yüzde 21.8’i oluşturuyor. Bu oranın 2050 yılına kadar yüzde 40’ın üzerine çıkacağı hesaplanıyor. Böyle bir senaryonun gerçekleşmesi halinde emeklilik sistemini nasıl ve kimler tarafından finanse edileceği sorusu gündeme gelecektir. Demek ki demografik değişiklikler Almanya’nın iş piyasasında büyük bir oranda bir iş gücü açığına neden olacaktır. Buradan yola çıktığımızda işbaşında olan ya da gelecek olan federal hükümetlerin yapıcı ve “uzlaşıcı“ olmaları, göçmenlerin yaşam koşullarını, sosyal ve demokratik haklarını göz önünde bulunduracak, ırkçı ve milliyetçilikten uzak bir demokratik göç politikası izlemeleri gerekmektedir. Böyle bir göç politikası artık çoktan beri “yerli“ olan göçmenlerin ve Alman toplumunun yararına olacaktır. Kültürlerin iç içe geçtiği, sınırların artık aşıldığı bu global çağda “Üstün“ Alman kültürünün kabülünü şart koşan, antiterör güvenlik ve asimilasyoncu yasakçı politikalar Almanya’yı hiç bir yere götürmeyecektir. Eritme politikası değil kardeşçe iç içe-birlikte yaşama politikaları herkesin çıkarına olacaktır.

Alman göç politikasının temel hatları Almanya açık bir şekilde göçmenlerin yaşam tarzlarını ve kültürel yapılarını ikinci plana iten “ulusal merkezli uyum“ politikası izlemektedir. Diğer bir deyimle ulusal kültürünü-üst kültürü göçmenlere dayatan, global rekabet üstünlüğünü elinde tutmak için ekonomik çıkarlarını ve iş piyasasını ön plana koyan tutucu bir göç politikası izlemektedir. “Uluslararası terörizmle mücadele“ kapsamında bir iç güvenlik politikası olarak da kabul edilen Alman göç politikası, özellikle göçü önleme, yönlendirme, sınırlandırma ve Alman “üst kültürü ve kan bağını“ korumak için asimilayoncu temele dayanmaktadır. Alman etnik kökenden gelmeyen eski Alman içişleri bakanı ve içi boşaltılan göç yasasının mimarlarından olan Sorp(Almanya’nın kuzeyinde yaşayan bir azınlık) kökenli Otto Schily bu politikayı açık bir şekilde şöyle ifade etmiştir: ”Ben içişleri bakanı olduğum sürece Almanya’da çok dilli resmi lehvalar olmayacaktır.”

Bu önemli politikaların dışında özet olarak Alman göç politikasını şu başlıklar altındaa toplayabiliriz: * Uzun vadeli olarak “Göçe ve mülteciliğe neden olan kaynaklarla mücadele edip göçmenlerin geldikleri ülkelere ekonomik ve kalkınma yardımlarını yapmak. Göçmenlerin/Mültecilerin geldikleri ülkelere geri dönüşlerini yeniden sağlamak için insan hakları ihlalerini sıfıra indirmeye çalışmak!“ Elden geldiğince göçmenleri sosyal sistemin dışında tutmaya gayret etmek ve ‘ucuz işgücü’ olarak kullanmak (önce Almanlar sonra yabancılar!) *Alman iş piyasasının bünyesinin hazmedebileceği ve ancak ihtiyaç duyabileceği kalifiyeli işçi veya bilgisayar uzmanlarını içeriye bırakmak ve onlara kolaylıklar sağlamak. Ve elden geldiğince ucuza çalıştırmak. *Almanya’ya gelmelerine izin verilecek ‘kaliteli’ işçilerin (uzmanların) ve aile birleşimi kapsamında getirileceklerin Alman toplumuna ve yaşam koşullarına uyum sağlamaları için önlemlerini önceden almak. * İş piyasasasındaki insan açığını kapatmak için Demografik yapıyı ayakta tutmaya çalışmak. Global ekonomi ve ticaret yarışından geri kalmamak için, Göçü yönlendirme araçlarıyla, zamanı sınırlı göçü kolaylaştırmak ve onu sıkı kontrol altına almak... v.s..

YENİ GÖÇ YASASINDA NELER VAR?

OturumOturum izni şekillerin sayısı 5’ten 2’ye düşürüldü. Özel oturma izni (Aufenthaltsbefugnis), amaca bağlı oturma izni (Aufenthaltsbewilligung), süreli ve süresiz oturma izni (befristete und unbefristete Aufenthaltserlaubnis) ve oturma hakkı (Aufenthaltsberechtigung) yerine bundan sonra sadece süreli oturma izni ile süresiz yerleşme izni olacak. Yeni oturma yasasına göre, oturum, oturum izni şekillerini değil, Almanya’da bulunma amaçlarına (örneğin eğitim, iş, aile birleşimi, hümaniter nedenler) göre verilecek. İşgücü göçüGöçte ‘yüksek ehliyetli kişilere’ öncelik tanınacak. Açığın olduğu çalışma alanları için ülkeye göç edecek olan iş gücüne baştan itibaren yerleşme izni verilecek. Ayrıca serbest meslek insanların Almanya’ya gelişini teşvik etmek amacıyla en az 1 milyon Euro yatırım yapan ve en az 10 kişiye iş verecek olan serbest meslek insanlarına oturma izni verilecek. Okumak amacıyla Almanya’ya gelen başarılı üniversite öğrencileri, mezun olduktan sonra iş aramak amacıyla bir yıl daha ülkede kalabilecek. Çalışma izni bundan sonra oturumla birlikte yabancılar dairesi tarafından verilecek. İltica ve insani göçAB hukukuna bağlı olarak devletten gelmeyen baskı da iltica gerekçesi olabilecek. Örneğin cinsiyet nedeniyle yaşama hakkı tehlikeye girdiğinde iltica başvurusu kabul görülebilir. İltica başvuruları kabul edilmeyen, ancak sınırdışı da edilemeyen 180 bin ilticanın sahip olduğu “Duldung” statüsünün ortadan kaldırılması hedefleniyor olsa da, “ince ayarlama” aracı olarak bundan sonra da devrede kalacak. Sınırdışının 18 ay içinde gerçekleştirilememesi durumunda, zincirleme Duldung’ları önlemek için oturma iznin verilebileceği belirtiliyor. Ancak sınırdışı ilticacı kimliğini gizler veya vatandaşı olduğu ülkeden pasaport almayı reddederse oturum verilmeyecek. Yeni düzenlemeye göre 1. Temmuz 2007 tarihinde aralıksız olarak en az 8 yıl Almanya’da yaşamış olan bekarlar veya bu tarihte en az 6 yıl Almanya’da yaşamış olan ve kreş veya okula giden bir çocuğa sahip olan aileler belli şartlar altında oturum alabilecek. Ancak bu düzenleme “aşırıcılık veya terörizme bağlı” olan yabancılar için geçerli değil denilmekte. Aynı zamanda kasıtlı bir suçtan ceza almış olanlar da devredışı bırakılıyor. Eğer ailenin bir üyesi bir suç işlemişse, bütün aile düzenlemenin dışında tutulacak. Bir diğer koşul da yeterince Almanca bilmek.

Eğer bu koşullar yerine getiriliyorsa, 31 Aralık 2009 tarihine kadar süreli çalışma ve oturma izni verilecek. Sözkonusu kişiler 31 Aralık 2009’tan önceki 9 ay boyunca geçimlerini kendi başlarına sağladıklarını ve 1 Ocak 2010’dan itibaren sürekli çalışma yerine sahip olacaklarını ispatlayabiliyorlarsa, oturumları uzatılacak. Bunu yapamayan sığınmacıların ise sınırdışı edileceği belirtiliyor. “Küçük iltica” sahipleri, sığınma hakkı olanların sahip olduğu oturumun aynısını ve çalışma iznini alacak. İlk etapta üç yıl süreli oturum izni verilecek. Eğer iltica koşulları üç yıl aradan sonra hala devam ediyorsa ve gelinen ülkedeki durumlar değişmediği durumda yerleşme izni de verilebilecek. İltica işlemlerinin daha hızlı bitebilmesi amacıyla bürokratik değişikliklere gidilecek. Ülkesinde baskı yaşamadan Almanya’ya gelen ve burada yürüttüğü faaliyetler nedeniyle ülkesinde baskı ve takip koşullarını yaratan kişilere bundan sonra “küçük iltica” verilmeyecek. Uyum2005 yılında kurulan Göç ve Mülteciler Dairesi (Bundesamt für Migration und Flüchtlinge) göçmenlere dönük entegrasyon kurslarının geliştirilmesi ve gerçekleştirilmesinden sorumlu olacak.

Merkezi Yabancılar Sicili’nin tutulması dairenin görev alanına girdiği gibi, ‘gönüllü dönüş’ün desteklenmesi ve teşvik edilmesinden de sorumludur. Aynı zamanda yabancılar daireleri, çalışma daireleri ve Alman büyükelçilikler arasındaki koordinasyon da Göç ve Mülteci Dairesi tarafından yapılacak. Yeni göç edenlerin uyum kurslarına katılımı zorunlu. Katılımın eksik veya hiç gerçekleşmemesi, oturumun uzatılmaması için neden sayılacak. Uzun süreden beri Almanya’da yaşayan ve işsizlik parasını (Arbeitslosengeld II) alan veya uyum sağlamadığı düşünülen göçmenlerin de kurslara imkanlar doğrultusunda katılması zorunlu. İşsizlik parasını alıp da, entegrasyon kursuna katılmayan yabancıların yardımı kursun süresi kadar kesilebilir. Kursa katılanların evde bakılması gereken çocukları olması durumunda, çocuk bakım giderleri eyaletler tarafından üstlenecek. GüvenlikGöçmenler, en üst eyalet makamların haklarında “gerçeklere dayalı tehlike tahmininde” bulunması durumunda sınırdışı edilebilecek. Yani makamların gözünde ülkenin güvenliğini tehdit eden bir kişi, oturumu olduğu halde ülkesine geri gönderilebilecek. Göçmenler, buna karşın sadece Federal İdare Mahkemesi’ne başvurma imkanına sahip. Eğer memlekette işkence veya idam cezası gibi bir tehdit bulunursa, sözkonusu kişilerin hakları ciddi ölçüde sınırlandırılabilir. Örneğin ikamet ettiği şehrin dışına çıkması yasaklanabilir ve günlük veya haftalık imzaya çağrılabilir. Almanya’nın terörist olarak nitelendirdiği bir örgüte geçmişte veya günümüzde üye olan veya bu örgütü desteklemiş/destekliyor olan bir yabancı, bu nedenden dolayı sınırdışı edilebilir. Yasak derneklerin yöneticileri sınırdışı edilebilir.

“Düşünsel kundakçılar” da sınırdışı edilebilir. Örneğin toplumun güvenliğini ve düzenini bozan tahriklerde bulunan bir kişi bu sebeple ülkesine geri gönderilebilir. Oturumun verilmesinden veya Alman vatandaşlığına geçişten önce Federal Anayasayı Koruma Örgütü’nden başvurucu hakkında bilgi istenecektir. AB vatandaşlarıAB’ye üye olan devletlerin vatandaşlarına bundan sonra oturum izni verilmeyecek. Bu vatandaşların sadece nüfus kayıt ve tescil makamlarında kayıt yaptırmaları yeterli olacak. Almanya’da yaşayan AB vatandaşlarının da imlanlar dahilinde entegrasyon kurslarına katılması öngörülüyor. Aile birleşimi Eşler bundan sonra sadece 21 yaşından itibaren Almanya’ya gelebilecek ve gelirken Almanca temel dil bilgilerine sahip olduklarını ispatlamaları gerekecek./by Reşad ÖZKAN/RÖ

Dr. Christian Schwaabe: "Der Terror ist ein transnationales Phänomen geworden"

zum Thema „Terrorismus“ Dr. Schwaabe: Der Terror ist ein transnationales Phänomen geworden Dr. Schwaabe: Der Terror ist ein transnati...